Görürsün. Hafif bir karartıdır. Belli belirsiz, sadece senin görebileceğin kadar ve rahatsız olmazsın. Aradan bir müddet geçer ve aynadaki yansımanda daha koyulaşmış bir şey farkedersin, tam da aynı yerde. Sızlamaya da başlamıştır hafif hafif. Hissedersin. Hissedersin ve bu kez de “Dur bakalım.” deyip beklersin. Eyleme geçmez ve yüzleşecek gücün olmadığına inandırırsın kendini. Kabullenmez ve üstelik “Yok öyle bir şey.” bile demen ihtimaller arasına girer.
İnkara başlar kelimelerin. Sır saklar bedenin ya da sen sakladığını sanıp sadece kendini kandırırsın?
Kandırır mısın?
Kandıramazsın. Kandırma. Yüzleş gerçeklerle. O diş çürümüştür artık ve sen ağrıyı dibine kadar hissedince saklayamaz ve kapısını çalıp zaten oturursun o dişçi koltuğuna.
Biter. Ağrın geçer. Daha sağlıklısındır artık. Çürümüş olandan arınmış olmanın rahatlığı kaplar bedenini. Çok zaman geçmeden “Keşke.” belirir fikirlerinde, kalbinde olan bitenden alacağını aldıktan sonra. Gördüm, hissettim halbuki dersin. Keşke, keşke daha erken davranabilseydim ve kaybetmeseydim dersin.
Kaybetmişsindir artık ve hatta acını çeke çeke gitmiştir senden kalsın diye görmezden geldiklerin. Yani, kaçtığını sandıkların yakalandıklarınmış meğer ve sen bunu sonunda anlarsın.
Anlar mısın?
Anlarsın. Anlamalısın. Otuz ikide 1, otuz ikide 2’ den iyidir. Neden mi? Çünkü o dişçi koltuğu, bugün olmasa yarın, yarın olmasa yakın gelecekte seni zaten hep beklemekte!
Peki, “O dişçi koltuğuna hafif bir karartın varken mi oturacaksın, yoksa daha zaman var deyip kendini mi kandıracaksın?
Sen karar ver ki “Karar senin olsun.”
En azından taşın altında elin olsun!