AKP iktidarının ilk yıllarında, 12 Eylül darbesinin ardından gözaltına alınmış, işkence görmüş sol görüşlü bir arkadaşımla tartışıyordum. Bir ara bana, Peki, AKP mi daha Amerikancı, ordu mu? diye sordu. AKPnin Amerikancı olduğunu söyledim. Verdiğim yanıt onu tatmin etmemiş olacak ki, tartışmamız boyunca aynı soruyu iki kez daha sordu.
Dediğim gibi, 12 Eylülde işkence görmüştü, faşist ordu, amerikancı ordu, cuntacı ordu söylemlerinden geliyordu. Buna karşılık AKP, dinci bir gelenekten gelmesine karşın, eşitlik, özgürlük, ileri demokrasi söylemleriyle iktidara gelmişti. Belli ki, arkadaşımın kafası karışmıştı.
Benim için ise her şey açıktı. Yurt içinde iktidarını güvende görmeyen AKP, desteği yurt dışında arıyor, aynı söylemlerle yakınlaştığı ABD ve AB ile ilişkileri sıkı tutuyor, dış politikada onların dümen suyunda gitmekte yarar görüyordu.
Bugün AKP, iktidarını sağlamlaştırmış durumda. İlk yıllarda AB üyeliği konusunda şampiyonluk kimseye bırakılmazken, bugün artık ilerleme raporu çöpe atılıyor.
Fakat hâlâ ABDnin dümen suyunda gidiliyor. Çünkü ABD, teknolojisiyle, savaş yeteneği ve kapasitesiyle, ekonomisiyle hâlâ dünyanın lider ülkesi.
Öte yandan, iktidarını ve liderliğini pekiştiren Başbakan Erdoğana Türkiye yetmemeye başladı. 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yaptığı balkon konuşmasında, Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır diyerek tutkusunu açıkça ortaya koymuştu.
Aslında Ortadoğu coğrafyası daha önce de tutkusunu aklının önüne koyan çok sayıda lider gördü. En güçlü dönemlerinde Nasıra Mısır, Kaddafiye Libya, Saddama Irak yetmemiş, hepsi de Arap dünyasının liderliğine soyunmuşlardı. Erdoğan Arap olmadığı için din referanslı söylemlerle bu coğrafyadaki halkların sempatisini topladı.
Öte yandan, Dışişleri Bakanı Davutoğlunun da eski Osmanlı coğrafyasında yeniden etkin olma hülyası vardı.
Tutkulu ve hülyalı bu iki kişinin belirlediği Türk dış politikası, Arap Baharı başladığında Tunusta yeterince ön alamadı. Aynı şey Libyada da oldu. Hatta Erdoğanın, NATOnun Libyada ne işi var? diyerek bir çıkış da yapmasına karşın, Türkiye, sonradan Batılı ülkelerin kuyruğuna takılmak durumunda kaldı.
Suriyede Esad karşıtı olaylar baş gösterdiğinde Türkiye, Tunus ve Libyada olduğu gibi kontrpiyede kalmak istemedi. Ayrıca, Esad sonrası kurulacak masada daha güçlü yer alabilmek için çok aceleci davranıldı. Hatta Erdoğan, Batılıların sırt sıvazlamasının da dolduruşuyla, Suriye bizim iç işimiz deyiverdi. Bu acelecilikte, mezhep eksenli bir yaklaşımın da etkili olmuş olabileceği kuşkusu bazı zihinlerde hâlâ yerini koruyor. Dış politika akıl, sağduyu ve soğukkanlılık ile değil de tutku ve hülya ile yönetildiği için yeterince veri / bilgi toplanmamış, çözümlemeler yapılmamıştı.
Sonuç ortada: Karşılıklı düşürülen, indirilen uçaklar; atılan toplar; sivil can kayıpları; Meclisten sınır ötesi için çıkarılan tezkere; güney illerinde duran ihracat ve ona bağlı üretim; Rusya ile de ilişkilerin gerilmesi; Suriyenin kuzeyinde yeni bir Kürt bölgesinin ortaya çıkması; yurt içinde PKK eylemlerinin yoğunlaşması
Ve hâlâ yerinde duran Esad
CHP lideri Kılıçdaroğlu, hiç gereği yokken savaşın eşiğine gelindiğini söylüyor. Aslında Kılıçdaroğlu yanılıyor. Çünkü o eşik çoktan aşıldı. Türkiye, adı konmamış, ilan edilmemiş, düşük yoğunluklu bir savaş yaşıyor. Düşürülen uçak, top atışları başka neyin göstergesi olabilir?
Sürecin başında Türkiyenin sırtını sıvazlamış, onu cesaretlendirmiş olan ABDnin, yaklaşan başkanlık seçimleri nedeniyle şimdi frene basmış olması da konunun trajikomik tarafını oluşturuyor.
ABDye bağlı olarak NATO da harekete geçmiyor, şu anda askeri seçeneği düşünmüyor.
Fransa ve İngiltere, Türkiyenin yanındayız deseler de süreçte etkili olacak bir işlev yüklenmiyorlar.
Ve Birleşmiş Milletler
Bir türlü Türkiyenin istediği doğrultuda bir karar almıyor.
Bütün bu olumsuz tablo karşısında Şam yönetiminin, Rusyanın güvenlik konularında Türkiye ile doğrudan diyalog kurulması önerisine olumlu yaklaştığını duyurması ilişkilerin normalleşmesi yönünde bir umut ışığı olabilir.
Bilmem, o ışığı, tutkularını ve hülyalarını akıllarının önüne koymuş Erdoğan Davutoğlu ikilisi görebilir mi?
Yoksa Üç saatte Şama varırız diyen sorumsuz maceracılara mı kulak verirler?