Reyhanlı’da birbiri ardınca patlayan bombalar nedeniyle 50 yurttaşımız hayatını kaybetti. Çoğu ağır, onlarca yaralı var. Ölü ve yaralı sayısı her an artabilir.
Bu dehşet verici olayın etkisiyle, belki de en sonda söylemem gereken şeyi hemen söyleyeyim: Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin yürüttükleri Suriye politikasının Türkiye’yi getirdikleri noktadır burası.
Bu insanlık dışı eylemin ardından Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve İçişleri Bakanı Güler patlamaların Suriye yönetimi kaynaklı olduğunu söylediler.
Ayrıca medyada, Suriye yönetiminin Türkiye’de bir mezhep kavgası çıkarmak, böylece Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak ve “Bak benimle uğraşırsan neler yapabilirim” anlamına gelecek gözdağı vermek amacıyla bu eylemi gerçekleştirmiş olabileceği yazıldı, söylendi.
Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin Suriye’ye müdahale için sabırsızlandığı bilinirken Esad’ın böyle bir girişimde bulunması doğrusu pek inandırıcı gelmiyor.
İşte bakınız, Güler’in, Suriye istihbarat örgütü “El Muhaberat” ile bağlantılı olarak eylemi gerçekleştirdiğini söylediği “THKP-C Acilciler” örgütünün lideri Miraç Ural da, “alçakça ve insanlık dışı bir eylem” olarak nitelediği saldırıyı kendilerinin yapmadığını söylüyor.
Eylemin asıl sorumlusunu Suriye’deki muhalif unsurlar, Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında Başkan Obama ile görüşürken elinin güçlü olmasını isteyen devletler ve nihayet, PKK terörünü sonlandırma sürecindeki Türkiye’yi yeni bir batağa sürükleyerek istikrarsızlaştırmak arzusundaki ülkeler arasında aramak akla daha yakın bir olasılık olarak görünüyor.
Bu köşenin okurları hatırlayacaklardır. 17 Ekim 2012 tarihinde “Suriye Politikasının Önü Arkası” başlığıyla yayımlanan yazımda, yurt içinde iktidarını ve liderliğini pekiştiren Başbakan Erdoğan’a Türkiye’nin yetmemeye başladığını, 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yaptığı balkon konuşmasında, “Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır” diyerek tutkusunu açıkça ortaya koyduğunu belirtmiştim.
Ve ardından, Ortadoğu coğrafyasının daha önce de tutkusunu aklının önüne koyan çok sayıda lider gördüğünü, en güçlü dönemlerinde Nasır’a Mısır’ın, Kaddafi’ye Libya’nın, Saddam’a Irak’ın yetmediğini, hepsinin de Arap dünyasının liderliğine soyunduklarını, Erdoğan Arap olmadığı için din referanslı söylemlerle bu coğrafyadaki halkların sempatisini topladığını yazmıştım.
Ayrıca, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da eski Osmanlı coğrafyasında yeniden etkin olma hulyasına vurgu yapmıştım.
Reyhanlı saldırısının ardında kim veya ne olursa olsun, davetiyeyi, işte bu tutku ve hulyanın yön verdiği Suriye politikasının çıkardığını söylemek sanırım abartılı bir değerlendirme olmaz.
Evet, Türkiye’nin, eski Osmanlı coğrafyasında bugün yer alan ülkelerle tarihi, kültürel bağları vardır. Bu bağları güçlendirmeyi ve o ülkelerle iyi, sıcak ilişkiler geliştirmeyi hedeflemek elbette doğru bir politikadır. Bu politika doğrultusunda Türkiye çoğulcu demokrasisini, laik rejimini, yaşam tarzını, bilimsel ve sanatsal kapasitesini öne çıkarsa, kısaca “yumuşak güç” politikası uygulasa her halde daha doğru davranmış olurdu.
Ancak tam tersine, sınır değişikliğini hedeflediği yorumlarına açık ve sonuçta güce dayanan, dayanacak olan, “kör parmağım gözüne” diye özetlenebilecek bir politika izleniyor.
Reyhanlı’da yaşamını yitirenler, yaralananlar, onların yakınları, sevenleri; saldırıda malı mülkü zarar görenler; o dehşeti yaşayanlar; can korkusu nedeniyle toprağını, malını mülkünü bırakıp Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteciler ve yine can korkusu nedeniyle Türkiye’den kaçmaya çalışan aynı insanlar...
Birkaç saniye gözlerimizi kapatıp bu insanların neler yaşadıklarını anlamaya çalıştığımızda, kısacası bireye odaklandığımızda olayların dramatik boyutu daha iyi ortaya çıkıyor.
Ne yazık ki, yakın gelecekte Ortadoğu’da sular durulacağa benzemiyor.
Bu da, Ortadoğu kan gölünde daha pek çok dramların yaşanacağı anlamına geliyor.