Başbakan Erdoğan’ın Kütahya’da havalimanı açılışı sırasında Muhteşem Yüzyıl dizisi hakkında söyledikleri hâlâ tartışılıyor. Doğrusu konu yetkin kalemler tarafından epeyce ele alındığı için ben bu konudaki tartışmaya katılmayı hiç düşünmüyordum. Ta ki bir televizyon kanalında Ahmet Kekeç ve Mustafa Armağan’ı izleyinceye kadar…
Ama önce Başbakan’ın Kütahya’da söylediklerini bir hatırlayalım:
“Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonların sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Böyle bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara milletçe gereken dersin, cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”
Bu sözlerden yola çıkılarak yapılan tartışmalar, haliyle şu sorular ve onlara verilen yanıtlar çerçevesinde gelişiyor:
Osmanlı ne idi, nasıldı?
Kanuni nasıl bir sultandı, neler yapmıştı?
Başbakan belgesel ile dizinin farkını bilmiyor mu?
Konusunu tarihten alan bir dizi nasıl olmalıdır?
Başbakan’ın yönetmenleri kınaması kabul edilebilir mi?
Başbakan’ın televizyon patronuna gözdağı vermesi demokrasi ile bağdaşır mı?
Başbakan’ın “Yargıya gerekenleri söyledik” sözü hatırlardayken şimdi de “yargının gerekli kararı vermesini bekliyoruz” demesi ne anlama geliyor?
“Milletin değerleri” bu kadar hassas, kırılgan mıdır?
İzlediğim programda Ahmet Kekeç ve Mustafa Armağan Başbakan’ın sözlerinin haklılığını kanıtlamak için epeyce konuştular. Daha sonra da tarihsel bir dizinin nasıl olması gerektiğinin çerçevesini çizdiler. Onlara göre, tarihsel olayları konu edinen bir yazar kurmaca karakterler yaratabilirmiş; fakat tarihe mal olmuş kişileri işlerken hassas olmalı, yoruma kaçmamalıymış… Ve söz konusu dizi yayından kalkmamalı, fakat çekidüzen verilmeliymiş. Bu konuda sorumluluk kanalın patronundaymış. (Buradaki ince hesabı görüyor musunuz? Dizi yayından kaldırılırsa Başbakan daha çok tepki alacak. Patrona, bir yandan “Başbakan’ı zor durumda bırakma” mesajı verilirken, bir yandan da “diziye çekidüzen ver” deniliyor.)
Onlardan sonra söz alan programın bir diğer katılımcısı Prof. Dr. Nevin Ateş ise sözcüklerini çok özenle seçerek ve olabildiğince yumuşak bir üslup ile Başbakan’ın, bir diziyi beğenmese bile ona böyle savaş açmasının doğru olmadığını hem de muhafazakâr yazarların tanıklığıyla anlatmaya çalıştı. “Çalıştı” diyorum, çünkü Ahmet Kekeç araya girip sözlerini keserek, lafı dolandırarak ve nihayet reklam arası vererek onu konuşturmamak için elinden geleni yaptı. Daha fazla dayanamadım ve başka bir kanala geçtim.
Rastlantı bu ya, o programdan bir gün önce de yine televizyonda Beethoven’i Anlamak filmini izlemiştim.
Ünlü bestecinin son yıllarına odaklanan filmde Beethoven (Ed Harris) 9. senfoni üzerinde çalışmaktadır ve işitme kaybı giderek ilerlemektedir. Besteci olma hayaliyle müzik eğitimini sürdüren güzel Anna Holtz (Diane Kruger), yazdıklarını gösterebilmek umuduyla huysuz, yarı kaçık bestecinin yazdıklarını kopyalama işini üstlenir ve giderek onun yardımcısı olur çıkar.
Beethoven, bugün artık Avrupa Birliği marşı olan o muhteşem eseri 9. senfoniyi tamamlamıştır. Senfoninin ilk dinletisi yapılacaktır. Başta Avusturya Arşidükü olmak üzere seçkin davetliler yerlerini almışlardır. Fakat besteci orkestrayı yönetmek üzere bir türlü sahneye gelmez. Çünkü işitme duyusunu artık tamamen kaybetmiştir. Anna Holtz, “Uygun bir yere oturup ben yardım edeceğim” diyerek besteciyi ikna eder. Öyle de yapar. Orkestra elemanlarının arasında yere oturarak Beethoven’e suflörlük yapar. Beethoven’e, onun hareketlerini tekrarlamak kalır.
Filmi izledikten sonra Anna Holtz’un bestecilikte iyi bir kariyer yapıp yapamadığını öğrenmek için internete gireyim dedim, ne göreyim? Meğerse Anna Holtz karakteri kurmacaymış.
Ahmet Kekeç ve Mustafa Armağan’ı izledikten sonra filmi hatırladım ve onların yaklaşımıyla, filmin yapımcısı ve yönetmeni (Agnieszka Holland) ünlü bestecinin karizmasını çizmiş, onu harcamış ve Alman ulusunun değerleriyle oynamış mı oluyorlar diye düşünmekten kendimi alamadım. Öyle ya, dâhi yönetmen bir orkestrayı yönetememiş ve huysuz, kaçık bir ihtiyar olarak yansıtılmış filmde.
Acaba film gösterime girdiğinde Almanya Başbakanı neden ortalığı ayağa kaldırmamış? Bizim “milletin değerleri” böylesine hassas, kırılgan iken, Alman milletinin değerleri sarsılmaz, aşınmaz sağlamlıkta mı?
Şimdi bana, “Koskoca Sultan Süleyman’la Betthoven’i bir mi tutuyorsun” diyenler olabilir. Ben de onlara, “Her iki tarihsel şahsiyetin dünyadaki tanınırlık, bilinirlik oranlarını bir düşünün, kıyaslayın” derim.
Galiba sorun kendine güvende, demokrasi kavramını içselleştirip içselleştirememekte ve daha genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, kültürel anlamda olgun olup olmamakta yatıyor.