Türkiyenin Tarihi adlı eserinde Seton Loyd, Sir William Ramsayin, kuzeyde ve güneyde uzanan sıradağlara göndermede bulunarak Anadoluyu yüksek korkuluklu bir köprüye benzettiğini söyler. Bu benzetme açıkça anlaşıldığı gibi Anadolunun topoğrafik yapısından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, Akdenize bir kısrak başı gibi uzanarak iki kıtayı birbirine bağlayan Anadolunun iki uygarlık arasında sosyal ve kültürel anlamda köprü işlevini gördüğü sıkça vurgulanır.
Erdal İnönü ise Anılar ve Düşüncelerin üçüncü cildinde, Köprü insanların yaşadığı değil, gelip geçtiği bir yerdir diyerek bu görüşe karşı çıkar ve
yaşanacak bir yer arıyorsanız, herhalde aklınıza son gelecek yer bir köprüdür der. Ayrıca yıllar önce köprünün Avrupa tarafında yaşamaya karar verdiğimizi söyler.
Aslında Türklerin batıya yönelmelerinin tarihi oldukça eskidir. Candan Azer Babadan Oğula Güney Kafkasya adlı eserinde, Türklerin Kafkasya ve Anadoluya yerleşmesinin genellikle XI. yüzyılda başladığının kaydedildiğini, bununla birlikte bazı yazarların bunu II. yüzyıla kadar götürdüklerini, diğer bazılarınınsa ilk yoğun Türk göç dalgalarının V-VII. yüzyıllarda, bunu izleyen kapsamlı dalganın ise IX-XI. yüzyıllarda görüldüğünü kaydettiklerini belirtir.
Batıya doğru bu göç dalgaları sürecinde Türklerin farklı toplumlar ve kültürlerle etkileşime girmeleri kaçınılmazdır.
Osmanlı döneminde bu etkileşimin çok daha geniş boyutlara ulaştığı açıktır. Önceleri doğal akışında giden etkileşim İkinci Viyana Kuşatmasıyla başlayan yenilgiler ve toprak kayıpları süreciyle birlikte tek yönlü hale gelmiştir. Yaşanan bozgunlar Osmanlılara bir şeyler yapma gereğini hissettirmiş, bu çerçevede Batılılarla / Avrupalılarla baş edebilmek, onlarla aynı düzeye gelebilmek için önce orduda başlatılan değişim, dönüşüm, yeniden yapılandırmalar, Mecelle ile hukuk sistemine kadar gelmiştir.
Aslında Atatürkün kurduğu Cumhuriyet ve yaptığı devrimler Osmanlı döneminde başlayan değişim ve dönüşüm çabalarının amacına ulaştırılmasından, sonuçlandırılmasından başka bir şey değildir.
13 Ağustos 2008 tarihinde bu köşede yayımlanan Sabah Ezanını Saba Makamında Dinlerken başlıklı yazımda işte böylesine değişimler ve dönüşümler yaşayan Türk toplumuna hâkim olan ruh ve düşünce dünyasını anlamaya, yorumlamaya çalışırken şunları yazmıştım:
o ruh ve düşünce dünyasının temeline bakmak gerekir. Nedir o temel, bileşenleri nelerdir? Doğulu mudur, batılı mıdır? Doğrusu ne doğulu, ne batılıdır; daha da doğrusu, hem doğulu, hem batılıdır. Doğulu köken ve kimlik üzerine Atatürk Batı değerlerini aşılamış ve bugünkü ruh ve düşünce dünyamız şekillenmiştir.
Bazılarının iddia ettikleri gibi, bu aşılama işlemi toplumu kökünden, kökeninden ayırmamış, tam aksine, bu yolla, dili horlanan, tarihine uzak bir toplumdan, dil ve tarih kurumları da kurularak bir ulus yaratılmış ve o ulusa kendine güven aşılanmış, dinamizm kazandırılmıştır. Bu sayede, Avrupanın hasta adamı unvanını kazanan(!) bir yapıdan gelinen nokta küçümsenecek gibi değildir.
Ayrıca yılbaşı kutlamalarına karşı çıkanlardan yola çıkarak yazdığım ve 6 Ocak 2010 tarihinde yine bu köşede yayımlanan Noel Babanın Çocukları başlıklı yazıda da şunları yazmıştım:
tarihin derinliklerine inildiğinde hemen her alanda kültürler arasında etkileşimlere rastlamak mümkün. Günümüz küreselleşme çağında ise bu etkileşimler kaçınılmaz. O nedenle, kendimi Dede Korkutun torunu olarak hissetsem bile bu toprakların bir başka insanı Noel Babaya da sırtımı dönemiyorum.
Bu anlayışın sonucu olarak, örneğin, Türk müziğinin yanı sıra Batı müziği de dinliyorum, minyatür ve hat sanatının yanı sıra resim ve heykelden de zevk alıyorum, Türk edebiyatı kadar dünya edebiyatını da izlemeye çalışıyorum... Ve bu bileşik kimliğin, beni zenginleştirdiğine, bana hem kendi ülkemi, ulusumu, hem de dünyayı daha iyi kavrama yetisi kazandırdığına, yaşamı daha iyi algılamamı sağladığına inanıyorum.
Aynı yazıda daha sonra, Ayrıca bu bileşik kimliğin, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere toplumumuzun çoğunluğu tarafından içselleştirilebildiği ölçüde ülkemizin önünün açılacağına ve böylece Türkiyenin önce yakın coğrafyaya sonra tüm dünyaya gücünü yansıtabileceğine, zenginliğini paylaşabileceğine inanıyorum demiştim.
Bu düşüncelerin sahibi ve bu satırların yazarı olarak Başbakan Erdoğanın Berlindeki Türk Büyükelçiliğinin yeni binasının açılışı vesilesiyle gittiği Almanyada bu ülkedeki 3 milyona yakın Türke seslenirken söylediklerini okuduğumda doğrusu çok sevindim.
Şöyle diyor Başbakan: Siz de, çocuklarınız da tıpkı Fuzuliyi, Mehmet Akifi, Yahya Kemali, Necip Fazılı okuyup anladığınız gibi Hegeli, Kantı, Goetheyi de okuyup, anlamalısınız. Bu şekilde iki kültürü birden öğrenmek sizin için bir külfet değil, tam tersine çok değerli bir avantaj, büyük bir zenginliktir.
Sevindim sevinmesine ama
çoğu zaman Başbakanın söylemleriyle eylemlerinin örtüşmediğinin de farkındayım.